Stoacılık
aslında M.Ö. 4. yy’da bir felsefe okulu olarak kurulmuş ancak M.S. 1. yy’da
Roma’da bir din haline gelmiştir. Kurucusu olan Kıbrıslı Zenon, Atina’da
agoradaki (Antik Yunan kentlerinde, şehirle ilgili politik, dini,
ticari her türlü faaliyetin gerçekleştiği, tüm kamu binalarının etrafında
sıralandığı halka ait geniş açık alan) sütunlu yol anlamına gelen “stoa”da bir
okul açmış olduğundan, takipçilerine Stoacılar denilmektedir.Stoacılığın tarihsel
gelişimi eski stoa, orta stoa ve geç stoa (imparatorluk stoası) olarak ele
alınmaktadır.
Stoacıların
bazı konularda birbirlerinden farklı düşündükleri söylenebilir. Dolayısıyla
stoacılığın da farklı doktrinler topluluğundan oluştuğu sonucuna varırsak
sanırım yanlış olmaz. Örneğin araştırmacı Mahmut Şansal’ın 25 Ekim 2008
tarihinde Aktiffelsefe Yeni Yüksektepe Kültür Derneği’nde vermiş olduğu
konferansta bahsettiği üzere; Zenon ruhun mutlak ölümsüzlüğünü kabul
etmez, öğrencisi Kleanthes'e göre ise ruhlar Tanrıya dönüşe kadar yaşarlar,
Krysippos'a göre ise bu durum sadece bilgelerin ruhları için geçerlidir,
diğerlerinin ruhları ise bedenleri ile birlikte yok olurlar. Anılan konferansta
konu hakkında Mahmut Şansal’ın notları aşağıda verilmektedir:
“(…) Stoacılar, temelinde
insanı iki ayrı doğaya sahip olarak görürler. Biri Tanrılarla, diğeri ise
hayvanlarla ortaktır. İnsan Tanrılara yaklaşmalı ve onlar ile birleşmelidir. (…)
Stoacılar bunun için pratik yöntemler önermişlerdir. Basitçe Tanrısal bir yeti olan
iradeyi geliştirerek hayvansal kısma ait olan şeyleri geride bırakmaya
çalışmışlardır. Bu görüş nedeniyle Stoacılar insanları ayırmaz, aynı kökten
geldiklerini söylerlerdi. Dünya vatandaşlığı fikrini benimsemiş ve Roma’da bu
düşüncenin öncülüğünü yapmışlardır. Stoacılar yalnızca hayvansal kısmın
gerekliliklerini önemsememekle kalmaz, Tanrısal kısmın gerekliliklerini öne
çıkartırlar. Bunlar erdemlerin geliştirilmesidir. Çünkü basitçe erdemler
kutsala daha yakındır. Bunun pratik hali bilgelikle sağlanır. Bilgelik, erdemli
olmaktır, çünkü nesnelerin değerleri ile insanın ne olduğu ve dünya içindeki
yeri hakkında bilgisi olan bir kimse doğru ve erdemli bir harekette
bulunabilir. Doğru bilgi doğru iş yapmayı ve doğru davranmayı da sağlar. Bilgi
ve eylemin ayrılmazlığı Stoa düşüncesinin ana özelliğidir. Sokrates ve
Antisthentes'de bu durum belirgin hale gelir çünkü ikisinde de bilmek ve yapmak
aynı şeylerdir. (…) Epiktetos bu konuda şöyle diyor; koyunlar yem yediklerinde
çobanlarına gidip bunu söylemezler, onun yerine bunun sonucunda olan süt ve yün
yaparlar, işte sen de onlar gibi ol ve öğrendiklerini etrafa anlatıp durma,
onun yerine öğrendiklerinin gereklerini yerine getir. Bu koyun örneği,
stoacıların bir diğer özelliğine de açıklar. Onlar, doğanın mükemmel bir zeka
tarafından yönetildiğine, düzeninin bu mükemmeliyetin bir yansıması olduğuna
inanırlardı. Bu nedenle kendilerini mükemmelleştirmek için doğayı inceler ve
taklit ederlerdi. Erdem, doğaya yani akla uygunluktur. Aklın doğru
durumda olması yani erdemli olan insanın özü bakımından rasyonel olan dünyanın
gidişine ayak uydurması, onunla uyumlu bir şekilde yaşaması ile
olur. Mutlu olmak isteyen bilgece doğaya uygun şekilde
davranmalıdır. Stoacılarda doğaya uygun olan ve doğaya aykırı olan vardır.
Doğaya karşıt olan içgüdülerin baskın gelmesidir. Doğal olan ise herkeste ortak
olan aklın üstün gelmesidir. Doğal olan akla uygun olandır. Örnek:
Doğaya uygun hareket, insan olarak kendi sorumluluklarımızı üzerimize almaktır,
arkada kalana yardım etmek, bilmeyene öğretmek, bir ormanın ağacı gibi
davranmaktır. Bir ağacın yaptıkları nelerdir, çevreye uygun şekilde yayılmak,
güneşten enerji almak, büyümek, havayı temizlemek, hayvanlara barınak olmak,
ölmek ve yakıt haline gelmek. Kökleriyle toprağın en derinlerine kadar
yayılmak, ama güçlü bir fırtınada ölmeyi bilmek. Bir stoacıya göre bundan büyük
mutluk olamaz. Doğada tutumluluk ve ekonomi vardır, cimrilik yoktur. Doğa
cömerttir, sonsuz bir akışı barındırır. Bu akışın önüne geçmek doğaya
aykırıdır, akan suyu kendi ceplerinde biriktirmeye çalışmak bencillikttir,
vermek (aslında vermiyor sadece aktarıyoruz.) doğaldır ve mutluluk verir.
Stoacıların yapmak istedikleri şey işte bununla özetlenebilir: Doğanın sessiz
bir parçası olmak. Bu şekilde Stoacılar Ödev kavramını felsefeye kazandırmış
olurlar. Doğaya yani akla uygun yaşamak bir ödevdir. Bilge kişi maddi yönüne
karşı gelerek bu ödevi yerine getirir. Sonuç olarak, bizler Stocılar değiliz ve
belki de olmayacağız. Onları belki de sevmedik. Ancak hala onlardan ilham alacağımız
bir çok özellikleri vardır.”
Kıbrıs’lı
Zenon’la temelleri atılan Eski Stoa, Assos’lu Kleanthes’le (331-232) ve
Soloi’li (Tarsus yakınları) Khrysippos’la (280-204) ilk parlak atılımını
yaşadı. Khrysippos’un iki önemli öğrencisi vardı: Tarsus’lu Antipatros ve
Tarsus’lu Arkedemos. Eski Stoa’nın son temsilcileri arasında Babil’li
Diogenes’i ve Seleukis’li (Suriye) Apollodoros’u sayabiliriz. Bu iki filozof
Eski Stoa’yla Orta Stoa arasında köprü gibidir.
Eski
Stoa yerini Rodos’lu Panaitios’un (180-110) ve Apameia’lı (Suriye)
Poseidonios’un (135-50) temsil ettiği Orta Stoa’ya bıraktı. Orta Stoa Yeni
Akademi’nin etkilerini alarak azçok değişik bir yol tutarken biraz daha seçmeci
bir çizgiye oturmuş, Stoa’nın kurallarından belli bir ölçüde uzaklaşmıştır. Bu
değişim Roma’nın yunan kültürünün yörüngesine girdiği bir dönemde, MÖ II.
yüzyılda, Stoa’nın tam tersi bir yola girerek latinleşmesini ortaya koyar. Bu
iki evreyi en azından bize ulaşan kaynaklar bakımından en önemli evre diye
belirleyebileceğimiz İmparatorluk Stoa’sı izledi.
Üçüncü
evre, İmparatorluk Stoa’sı Platon’un ve hatta bir ölçüde de Aristoteles’in
izlerini taşıyan Orta Stoa’ya ilgisiz kalmış, doğrudan Eski Stoa’ya, Kıbrıs’lı
ya da Kition’lu Zenon’a, Assos’lu Kleanthes’e, Soloi’li Khrysippos’a
bağlanmıştır. İmparatorluk Stoası’nın iki büyük adından biri köle Epiktetos
öbürü Roma imparatoru Marcus Aurelius Antonius Augustus ya da kısaca Marcus
Aurelius’dur. Bu iki büyük filozofun dışında iki ad daha belirleyebiliriz:
Cordoba’da MÖ 4’e doğru doğan ve MS 65’de Roma’da intihar eden, “Erdem olmadan
felsefe olmaz, felsefe olmadan erdem olmaz” diyen Lucius Annaeus Seneca ve
Valsinium’da (Etruria) doğduğu bilinen Caius Musonius Rufus. Bize epeyce metin
bırakmış olsa da Seneca bir Stoa filozofu olmaktan çok genel anlamda bir
düşünür özelliği gösterir. Stoa’nın en etkili iki filozofunun Epiktetos ve
Marcus Aurelius olduğunu söyleyebiliriz. Bunun başlıca nedeni öncekilerden bize
toplu ve sağlıklı bilgilerin pek ulaşmamış olması, buna karşılık andığımız bu
iki büyük filozoftan bize bazı metinler kalmış olmasıdır.
Bu
kısa ama değerli bilgilerden sonra biraz da Assoslu Kleanthes’e bakalım. Yukarıda
bahsedildiği gibi Kleanthes Stoacılığın kurucusu olan Zenon’un öğrencisidir ve
Eski Stoa olarak bahsedilen dönemin bir temsilcisidir. Zenon’un ölümüyle
birlikte Atina’daki okulun başına geçmiş ve bu görevi 32 yıl boyunca
sürdürmüştür. Çalışmalarını daha çok Stoacılığı materyalizm ve panteizme¹ uygun
olarak geliştirme yolunda yoğunlaştırmıştır. Kleanthes’in yazdıklarından
günümüze kalan en büyük metin Zeus’a İlahi’dir (Hymn to Zeus).
Kleanthes’in
yaşadığı yıllarla ilgili farklı kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır.
Örneğin bir yerde M.Ö. 331-232, başka bir yerde M.Ö. 330-230 yılları, daha
başka bir kaynakta ise M.Ö. 300-220 yılları arasında yaşadığı yazmaktadır. Her
şekilde 80-100 yıl gibi günümüzde bile uzun sayılabilcek bir yaşa kadar
yaşadığını söyleyebiliriz. Assos’ta doğan Kleanthes, gençlik yıllarında boksörlük
yapmış, daha sonra ise Atina’ya gelerek burada felsefe ile tanışmıştır. İlk
olarak sinizmin² bir temsilcisi olan Crates’in ardından da Zenon’un derslerini
dinlemiştir. Kendini geçindirebilmek için her gece bahçıvanlara kuyudan su
taşımış ve geriye kalan tüm zamanını felsefe çalışmaya adamıştır.
Kleanthes,
ruhun maddesel bir özünün olduğunu iddia etmiştir. Kanıt olarak da; varlığın
sadece fiziksel özelliklerinin değil aynı zamanda zihinsel kapasitesinin de
anne-babadan çocuğa aktarıldığını ortaya koymuştur. Ayrıca Kleanthes; vücut
darbe aldığında veya kesildiğinde ruhun da kanadığını ve ruh endişe veya
depresyon sonucu zarar gördüğünde bedenin de bundan olumsuz yönde etkilendiğini
ileri sürerek ruhun beden ile duygudaşlığından bahsetmektedir. Kleanthes
ölümden sonra ruhun yaşadığını ancak, her bir ruhun güçlü ya da zayıf olmasına
göre bu durumun değişebileceğini belirtmektedir.
Kleanthes;
aşk, korku ve keder gibi tutkuların zayıflık olduğunu savunmuş ve güçlü bir ruh
ile sağlam bir vücut için insanların kendilerini kontrol etmeleri, morallerini
yüksek tutmaları ve her daim erdemli olmaları gerektiğini belirtmiştir. Konuyla
ilgili olarak şu cümleyi sarfettiği söylenmektedir: “İnsanlar hayatlarının tamamında veya hiç olmazsa büyük bir kısmında günahkarlık
içerisinde yürürler. Şayet erdemliliğe ulaşabilirlerse, bu ancak çok geç bir
zamanda ve yaşamlarının günbatımında olacaktır.”
¹
Panteizm ya da Tümtanrıcılık, (Doğatanrıcılık ya
da Kamutanrıcılık) her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı veya evrenin ya
da doğanın Tanrı
ile aynı olduğu görüşüdür. Panteistler kişisel ya da antropomorfik
(insan niteliklerinin başka bir varlığa atfedilmesi) bir Tanrıya
inanmazlar
²
Sinizm (kinizm); mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını, ve bu erdemin de
dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din v.b. değer
ve yargıları reddederek) savunan öğretidir.
Kaynaklar: