27 Nisan 2014 Pazar

Stoacılık ve Assoslu Kleanthes



Stoacılık aslında M.Ö. 4. yy’da bir felsefe okulu olarak kurulmuş ancak M.S. 1. yy’da Roma’da bir din haline gelmiştir. Kurucusu olan Kıbrıslı Zenon, Atina’da agoradaki (Antik Yunan kentlerinde, şehirle ilgili politik, dini, ticari her türlü faaliyetin gerçekleştiği, tüm kamu binalarının etrafında sıralandığı halka ait geniş açık alan) sütunlu yol anlamına gelen “stoa”da bir okul açmış olduğundan, takipçilerine Stoacılar denilmektedir.Stoacılığın tarihsel gelişimi eski stoa, orta stoa ve geç stoa (imparatorluk stoası) olarak ele alınmaktadır.
Stoacıların bazı konularda birbirlerinden farklı düşündükleri söylenebilir. Dolayısıyla stoacılığın da farklı doktrinler topluluğundan oluştuğu sonucuna varırsak sanırım yanlış olmaz. Örneğin araştırmacı Mahmut Şansal’ın 25 Ekim 2008 tarihinde Aktiffelsefe Yeni Yüksektepe Kültür Derneği’nde vermiş olduğu konferansta bahsettiği üzere; Zenon ruhun mutlak ölümsüzlüğünü kabul etmez, öğrencisi Kleanthes'e göre ise ruhlar Tanrıya dönüşe kadar yaşarlar, Krysippos'a göre ise bu durum sadece bilgelerin ruhları için geçerlidir, diğerlerinin ruhları ise bedenleri ile birlikte yok olurlar. Anılan konferansta konu hakkında Mahmut Şansal’ın notları aşağıda verilmektedir:
“(…) Stoacılar,  temelinde insanı iki ayrı doğaya sahip olarak görürler. Biri Tanrılarla, diğeri ise hayvanlarla ortaktır. İnsan Tanrılara yaklaşmalı ve onlar ile birleşmelidir. (…) Stoacılar bunun için pratik yöntemler önermişlerdir. Basitçe Tanrısal bir yeti olan iradeyi geliştirerek hayvansal kısma ait olan şeyleri geride bırakmaya çalışmışlardır. Bu görüş nedeniyle Stoacılar insanları ayırmaz, aynı kökten geldiklerini söylerlerdi. Dünya vatandaşlığı fikrini benimsemiş ve Roma’da bu düşüncenin öncülüğünü yapmışlardır. Stoacılar yalnızca hayvansal kısmın gerekliliklerini önemsememekle kalmaz, Tanrısal kısmın gerekliliklerini öne çıkartırlar. Bunlar erdemlerin geliştirilmesidir. Çünkü basitçe erdemler kutsala daha yakındır. Bunun pratik hali bilgelikle sağlanır. Bilgelik, erdemli olmaktır, çünkü nesnelerin değerleri ile insanın ne olduğu ve dünya içindeki yeri hakkında bilgisi olan bir kimse doğru ve erdemli bir harekette bulunabilir. Doğru bilgi doğru iş yapmayı ve doğru davranmayı da sağlar. Bilgi ve eylemin ayrılmazlığı Stoa düşüncesinin ana özelliğidir. Sokrates ve Antisthentes'de bu durum belirgin hale gelir çünkü ikisinde de bilmek ve yapmak aynı şeylerdir. (…) Epiktetos bu konuda şöyle diyor; koyunlar yem yediklerinde çobanlarına gidip bunu söylemezler, onun yerine bunun sonucunda olan süt ve yün yaparlar, işte sen de onlar gibi ol ve öğrendiklerini etrafa anlatıp durma, onun yerine öğrendiklerinin gereklerini yerine getir. Bu koyun örneği, stoacıların bir diğer özelliğine de açıklar. Onlar, doğanın mükemmel bir zeka tarafından yönetildiğine, düzeninin bu mükemmeliyetin bir yansıması olduğuna inanırlardı. Bu nedenle kendilerini mükemmelleştirmek için doğayı inceler ve taklit ederlerdi.  Erdem, doğaya yani akla uygunluktur. Aklın doğru durumda olması yani erdemli olan insanın özü bakımından rasyonel olan dünyanın gidişine ayak uydurması, onunla uyumlu bir şekilde yaşaması ile olur.   Mutlu olmak isteyen bilgece doğaya uygun şekilde davranmalıdır. Stoacılarda doğaya uygun olan ve doğaya aykırı olan vardır. Doğaya karşıt olan içgüdülerin baskın gelmesidir. Doğal olan ise herkeste ortak olan aklın üstün gelmesidir. Doğal olan akla uygun olandır. Örnek:  Doğaya uygun hareket, insan olarak kendi sorumluluklarımızı üzerimize almaktır, arkada kalana yardım etmek, bilmeyene öğretmek, bir ormanın ağacı gibi davranmaktır. Bir ağacın yaptıkları nelerdir, çevreye uygun şekilde yayılmak, güneşten enerji almak, büyümek, havayı temizlemek, hayvanlara barınak olmak, ölmek ve yakıt haline gelmek.  Kökleriyle toprağın en derinlerine kadar yayılmak, ama güçlü bir fırtınada ölmeyi bilmek. Bir stoacıya göre bundan büyük mutluk olamaz. Doğada tutumluluk ve ekonomi vardır, cimrilik yoktur. Doğa cömerttir, sonsuz bir akışı barındırır. Bu akışın önüne geçmek doğaya aykırıdır, akan suyu kendi ceplerinde biriktirmeye çalışmak bencillikttir, vermek (aslında vermiyor sadece aktarıyoruz.) doğaldır ve mutluluk verir. Stoacıların yapmak istedikleri şey işte bununla özetlenebilir: Doğanın sessiz bir parçası olmak. Bu şekilde Stoacılar Ödev kavramını felsefeye kazandırmış olurlar. Doğaya yani akla uygun yaşamak bir ödevdir. Bilge kişi maddi yönüne karşı gelerek bu ödevi yerine getirir. Sonuç olarak, bizler Stocılar değiliz ve belki de olmayacağız. Onları belki de sevmedik. Ancak hala onlardan ilham alacağımız bir çok özellikleri vardır.”

Kıbrıs’lı Zenon’la temelleri atılan Eski Stoa, Assos’lu Kleanthes’le (331-232) ve Soloi’li (Tarsus yakınları) Khrysippos’la (280-204) ilk parlak atılımını yaşadı. Khrysippos’un iki önemli öğrencisi vardı: Tarsus’lu Antipatros ve Tarsus’lu Arkedemos. Eski Stoa’nın son temsilcileri arasında Babil’li Diogenes’i ve Seleukis’li (Suriye) Apollodoros’u sayabiliriz. Bu iki filozof Eski Stoa’yla Orta Stoa arasında köprü gibidir.
Eski Stoa yerini Rodos’lu Panaitios’un (180-110) ve Apameia’lı (Suriye) Poseidonios’un (135-50) temsil ettiği Orta Stoa’ya bıraktı. Orta Stoa Yeni Akademi’nin etkilerini alarak azçok değişik bir yol tutarken biraz daha seçmeci bir çizgiye oturmuş, Stoa’nın kurallarından belli bir ölçüde uzaklaşmıştır. Bu değişim Roma’nın yunan kültürünün yörüngesine girdiği bir dönemde, MÖ II. yüzyılda, Stoa’nın tam tersi bir yola girerek latinleşmesini ortaya koyar. Bu iki evreyi en azından bize ulaşan kaynaklar bakımından en önemli evre diye belirleyebileceğimiz İmparatorluk Stoa’sı izledi.
Üçüncü evre, İmparatorluk Stoa’sı Platon’un ve hatta bir ölçüde de Aristoteles’in izlerini taşıyan Orta Stoa’ya ilgisiz kalmış, doğrudan Eski Stoa’ya, Kıbrıs’lı ya da Kition’lu Zenon’a, Assos’lu Kleanthes’e, Soloi’li Khrysippos’a bağlanmıştır. İmparatorluk Stoası’nın iki büyük adından biri köle Epiktetos öbürü Roma imparatoru Marcus Aurelius Antonius Augustus ya da kısaca Marcus Aurelius’dur. Bu iki büyük filozofun dışında iki ad daha belirleyebiliriz: Cordoba’da MÖ 4’e doğru doğan ve MS 65’de Roma’da intihar eden, “Erdem olmadan felsefe olmaz, felsefe olmadan erdem olmaz” diyen Lucius Annaeus Seneca ve Valsinium’da (Etruria) doğduğu bilinen Caius Musonius Rufus. Bize epeyce metin bırakmış olsa da Seneca bir Stoa filozofu olmaktan çok genel anlamda bir düşünür özelliği gösterir. Stoa’nın en etkili iki filozofunun Epiktetos ve Marcus Aurelius olduğunu söyleyebiliriz. Bunun başlıca nedeni öncekilerden bize toplu ve sağlıklı bilgilerin pek ulaşmamış olması, buna karşılık andığımız bu iki büyük filozoftan bize bazı metinler kalmış olmasıdır. 

Bu kısa ama değerli bilgilerden sonra biraz da Assoslu Kleanthes’e bakalım. Yukarıda bahsedildiği gibi Kleanthes Stoacılığın kurucusu olan Zenon’un öğrencisidir ve Eski Stoa olarak bahsedilen dönemin bir temsilcisidir. Zenon’un ölümüyle birlikte Atina’daki okulun başına geçmiş ve bu görevi 32 yıl boyunca sürdürmüştür. Çalışmalarını daha çok Stoacılığı materyalizm ve panteizme¹ uygun olarak geliştirme yolunda yoğunlaştırmıştır. Kleanthes’in yazdıklarından günümüze kalan en büyük metin Zeus’a İlahi’dir (Hymn to Zeus).
Kleanthes’in yaşadığı yıllarla ilgili farklı kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. Örneğin bir yerde M.Ö. 331-232, başka bir yerde M.Ö. 330-230 yılları, daha başka bir kaynakta ise M.Ö. 300-220 yılları arasında yaşadığı yazmaktadır. Her şekilde 80-100 yıl gibi günümüzde bile uzun sayılabilcek bir yaşa kadar yaşadığını söyleyebiliriz. Assos’ta doğan Kleanthes, gençlik yıllarında boksörlük yapmış, daha sonra ise Atina’ya gelerek burada felsefe ile tanışmıştır. İlk olarak sinizmin² bir temsilcisi olan Crates’in ardından da Zenon’un derslerini dinlemiştir. Kendini geçindirebilmek için her gece bahçıvanlara kuyudan su taşımış ve geriye kalan tüm zamanını felsefe çalışmaya adamıştır.
Kleanthes, ruhun maddesel bir özünün olduğunu iddia etmiştir. Kanıt olarak da; varlığın sadece fiziksel özelliklerinin değil aynı zamanda zihinsel kapasitesinin de anne-babadan çocuğa aktarıldığını ortaya koymuştur. Ayrıca Kleanthes; vücut darbe aldığında veya kesildiğinde ruhun da kanadığını ve ruh endişe veya depresyon sonucu zarar gördüğünde bedenin de bundan olumsuz yönde etkilendiğini ileri sürerek ruhun beden ile duygudaşlığından bahsetmektedir. Kleanthes ölümden sonra ruhun yaşadığını ancak, her bir ruhun güçlü ya da zayıf olmasına göre bu durumun değişebileceğini belirtmektedir.
Kleanthes; aşk, korku ve keder gibi tutkuların zayıflık olduğunu savunmuş ve güçlü bir ruh ile sağlam bir vücut için insanların kendilerini kontrol etmeleri, morallerini yüksek tutmaları ve her daim erdemli olmaları gerektiğini belirtmiştir. Konuyla ilgili olarak şu cümleyi sarfettiği söylenmektedir: “İnsanlar hayatlarının tamamında veya hiç olmazsa büyük bir kısmında günahkarlık içerisinde yürürler. Şayet erdemliliğe ulaşabilirlerse, bu ancak çok geç bir zamanda ve yaşamlarının günbatımında olacaktır.”  


¹ Panteizm ya da Tümtanrıcılık, (Doğatanrıcılık ya da Kamutanrıcılık) her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı veya evrenin ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşüdür. Panteistler kişisel ya da antropomorfik (insan niteliklerinin başka bir varlığa atfedilmesi) bir Tanrıya inanmazlar
² Sinizm (kinizm); mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını, ve bu erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din v.b. değer ve yargıları reddederek) savunan öğretidir.

Kaynaklar:

17 Nisan 2014 Perşembe

Assos ve Felsefe

Behramkale olarak da bilinen Assos, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinde küçük ama tarihi olarak çok zengin bir yerleşim yeridir. Assos’un felsefe ile beraber anılmasının en büyük sebebi; Platon’un Atina’da kurmuş olduğu akademide 20 yıl kadar çalışmalarda bulunmuş olan Aristo’nun, buradan ayrıldıktan sonra Assos’a gelmesi ve çalışmalarını Assos’ta sürdürmesidir. Aristo’nun Atina’dan ayrılma sebebinin; Platon’un ölümünden hemen önce Akademi’nin başına Aristo’nun pek sevmediği bir isim olan Spevsippos’u ataması olduğu söylenmektedir. Aristo’yu Assos’a davet eden Kral Hermias, onun için Assos’ta bir akademi kurmuş ve evlatlık kızı Pythias’ı da Aristo ile evlendirmiştir. Aristo Assos Akademisi’nde bir grup filozofun başına geçerek onlarla beraber zooloji ve biyoloji alanlarında gözlemlerde bulunmuştur. Aristo bu kentte yaklaşık 3 yıl kalmış ve “Politika” adlı kitabını burada yazmıştır.
Ancak, Persler Assos’a saldırdıklarında Kral Hermias önce esir düşmüş ardından da öldürülmüştür. Bunun üzerine Aristo, arkadaşı Kral II. Philip tarafından yönetilen Makedonya’ya kaçmıştır ve burada kralın oğlunu, Büyük İskender’i eğitmiştir. 

8 Nisan 2014 Salı

Nisan 2014: Assos

Nisan ayının konusuna ne yazık ki yeni karar verebildim. Malum kritik bir seçim sürecinden geçtik. Ülkenin yoğun gündemi arasında blog konusu belirlemeye fazla vakit bulamadım. En sonunda, biraz da felsefeye ilişkin bir şeyler yazabilmek adına felsefe ile anılan bir antik kenti konu olarak seçmeye karar verdim. Daha önce görmediğim, fakat önümüzdeki yaz aylarında ziyarette bulunmayı düşündüğüm ve hakkında çokça övgüler aldığım Assos hakkında yazacağım. Elbette her belirlediğim konu gibi bu konuda da oldukça kısıtlı bir araştırma sürem olacak ve okuduğum kadarıyla bana ilginç gelen şeyleri burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım.  Bu ay biraz daha felsefeye yoğunlaşmayı düşünüyorum. Neticede blog adı "öncefelsefe" olunca daha çok bu kapsamda yazmam uygun olacak sanırım.

25 Mart 2014 Salı

Damla Çikolatalı Kek Tarifi

Konu çikolata olunca elbette bir çikolatalı kek tarifi vermemek olmazdı. Emeklerinden dolayı arkadaşıma çok teşekkür ediyorum ve yazmış olduğu tarifi paylaşıyorum.   



DAMLA ÇİKOLATALI KEK/MUFFIN
Malzemeler
  • 3 adet yumurta
  • 1 su bardağı süt
  • 1 su bardağı sıvıyağ
  • 1 su bardağı şeker (biraz daha tatlı olsun isterseniz 2 yemek kaşığı daha ilave edebilirsiniz)
  • 2,5 su bardağı un
  • 1 paket hamur kabartma tozu
  • 1 paket şekerli vanilin
  • 1 yemek kaşığı kakao
  • 1 çay bardağı damla çikolata
  • Orta boy kek kalıbı veya muffin kalıpları
Hazırlanışı
Kek yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan biri kullanılacak malzemelerin oda sıcaklığında olmasıdır.  Fırın da mutlaka önceden ısıtılmalıdır.
Öncelikle fırını 180°C’ye getirelim ve kek harcını hazırlama hızımıza göre önceden ısıtmaya başlayalım.
Bir kapta toz şeker ve yumurtaları iyice çırpalım. Ben bu işlemi mikserle yapmayı tercih ediyorum. Yeterince çırptıktan sonra (krema kıvamına gelmesi ve köpükleri görmemiz lazım) süt ve sıvıyağı da ekleyip çırpma işlemine devam edelim.
Toz halindeki malzemelerin ayrı bir kapta hazırlanması gerekiyor. Un, kabartma tozu, vanilin ve kakaoyu eleyerek karıştıralım. Damla çikolataların bir kısmını bu aşamada ilave edelim.
Unlu karışımı yavaş yavaş hazırladığımız sıvı karışıma ilave edelim. Ben bu aşamada mikseri bırakıp tahta kaşık kullanıyorum.
Kullanacağınız kek ya da muffin kalıplarını yağlayıp hafifçe de unlarsanız kekiniz kalıptan daha rahat çıkacaktır.
Kek harcımızı kalıba döktükten sonra ayırdığınız damla çikolataları üzerine serpiştirip fırının orta katında pişirmeye başlayalım.
Özellikle ilk 15-20 dk fırının kapağını kesinlikle açmayalım ki kekimiz sönmesin. Kekin içinin pişip pişmediğini kürdan yardımıyla kontrol edebilirsiniz. Batırdığınızda kürdan temiz çıkıyorsa kekimiz pişmiş demektir.
Piştikten sonra kalıptan çıkarmadan önce biraz bekleyelim. Beklerken kekin yanına çay ya da kahve hazırlamak hiç de fena olamaz gibi geldi.
Afiyet olsun…

 

 
 
 

22 Mart 2014 Cumartesi

Çikolata Tanrıçası



Çikolata/Kakao Tanrıçası Ixcacao, bir Maya Tanrıçası olarak gösterişsiz ama saygın kökenlere sahiptir. Ixcacao; ürünlerin toplanması ve insanların beslenmesinin kadınların işgücü sayesinde yapıldığı anaerkil bir toplumda, eski bir bereket ve toprak tanrıçasıdır.
Açlığı uzaklaştırmak ve insanların emniyet ve asayişini sağlamak, onun kutsal sorumluluğudur.
 Mayaların Çikolata Tanrıçası Ixcacao, efsanelerde nadiren toplum önüne çıksa da halk tarafından şefkatli bir bereket tanrıçası olduğundan çok sevilirdi. Yunan Tanrıçası Demeter gibi insanlarla birlikte yürür, onların acılarını ve açlık çekme korkularını anlar ve sadece hayatta kalmaları için değil aynı zamanda zengin bir hayat sürmeleri için onlara ihtiyaçları olan bilgiyi ve araç gereçleri verirdi (Buna ilaveten, çalışmaya devam etmeleri için çikolatanın muhteşem tadını ve enerjisini bol bol pay ederdi).
Fakat bu daha sonra değişti!
İlk başta altın bir çağ gibi görünüyordu. Krallar ve hanedanlar belirdi. Yönetici sınıfı doğdu. Astronominin ve güzel sanatların yıldızı parladı; oyma yazılar büyük anıt heykellerin, kralların saray ve tapınaklarının üzerinde belirdi. Büyük şehirler kuruldu ve varlıklı insanların nüfusu arttı.  
Diğer taraftan hem tanrıların hem de insanların kendi dünyalarını ve içindeki insanları korumak için kendi hayatlarını feda etmeleri gerekirdi. Daha önce dört kez tanrılar insanoğlunu yaratmayı denediler, ancak başarısız olduklarından bu dünyaları parçalamak zorunda kaldılar.
Bu sefer, beşinci dünyada tanrılar dünyaya ışık verdiler çünkü iki tanrı Güneşi yaratmak için kendi hayatlarını kurban etti.
Eğer Güneş gökyüzünün çevresinde hareket etmeyi bıraksaydı, onun alevli ışıkları dünyayı yok ederdi. Sadece bir tanrının veya bir insanın kalbi ve kanı sıcak Güneşin sıcaklığını söndürebilirdi ve enerjisini yeniden onarabilirdi.  Böylelikle Güneş gökyüzünün çevresinde tekrar hareket edebildi. 
Bu yüzden her yıl hükümdarlar kurban edilecek genç bir erkek seçerlerdi (bazı yerlerde bu, genç bir kız veya çikolata renginde bir köpek olurdu). Bu kişiye kısa bir süre tanrı gibi yaşaması için güzel kıyafetler verip hizmetçiler tutarlardı.
Fakat sadece bir yıl için.
Seçilmesinin yıldönümünde, tüm halk onun ayaklarına kapandığı sırada, tapınağın merdivenlerini çıkar ve kendi kalbini ve kanını Güneşe sunardı.
Merhametli Çikolata Tanrıçası biliyordu ki; gururlu ve cesur olmalarına rağmen Seçilmiş Kişiler her zaman büyük bir korkuyla titriyerek merdivenleri tırmanırlardı.
“Ben de onlarla gideceğim ve onların son saatlerinde varlığımla onları rahatlatacağım” dedi.
Ve bunun için Çikolata Tanrıçası onların yanında merdivenleri tırmandı ve yol boyunca onlara kakao dolu kadehler sundu. Bu olaydan sonra Tanrıça’nın yaptıkları her yıl yapılan kutsal törenlerin önemli bir parçası oldu.
Bir yıl, Ixcacao piramidin basamaklarından aşağıya indi. Odasına girdiği anda çok şaşırdı. Aşk ve Haz Tanrıçası Huitaca karşısında duruyordu.
“Arkadaşım konuşmamız gerekiyor” dedi Huitaca
“Her zaman insanlara çok yakın yaşıyorsun. Her akşam evlerine döndüklerinde onları karşılıyor, onlarla birlikte mısır pişirmek için yakılan kamp ateşinin etrafında dönüyorsun, onlara hikâyeler anlatıyorsun ve hediyeler dağıtıyorsun.
Ama şimdi onlar çok çalışmak zorundalar, bu yüzden gece geç gelip hemen uykuya dalıyorlar ve bu uyku öyle derin ve amaçsız ki kendilerini yenileyemiyorlar.
Aşk; gece kamp ateşi çevresinde hikayeler anlatarak ışıldayan yıldızlar altında atılan kahkahadır.
Aşk; üstleri süslenmiş çiçekler ve hayvanlardır.
Aşk; battaniyeleri sıcak ve kalın yapan parlak renklerdir.
Aşk; gecelenin gökyüzünde tanrıçalarının güzelliğini yansıtan müzik ve danstır.
Ve aşk; çalışmaları değerli yapan hazdır.
Bunların hepsi gitti ve ben buna tahammül edemiyorum. Senin yardımına ihtiyacım var. Bir plan yapmalıyız.” 
Çikolata Tanrıçası kralların aşçılarına şarap fermente etmeyi ve onu alkollü hale getirmeyi öğretti. Şarabın kuvvetli bir afrodizyak olduğunu ‘ağzından kaçırdı.’ Elbette modern insanlar çikolata toplarını hediye olarak vermeyi seviyorlardı. Sonuçta, çikolata sana muhteşem aşık olma hissini veren kimyasalı içerir.
Sonra dizginlenemeyen bir açgözlülük zamanı geldi ve çeşitli devletler arasında savaşlar çıktı. Kral Montezuma, hergün haremini ziyaret ettiğinde enerjisini korumak için günde 40-50 kadeh kakao içerdi. Soylular da yüksek makamdan sayıldığından iyi yerlerde yaşarlar ve insan ırkını aşağı görürlerdi. 
Krallar yükselir ve krallar düşer. Savaş yüzünden zayıflayan Mayalılar, Meksaika Bölgesi’nden gelen Aztekler tarafından yenilgiye uğratıldı. Aztekler, Maya dinine hayran kaldılar ve Çikolata Tançası’nı kendi dinlerine kattılar. 
Çok fazla insan için ürün yetiştirilebilecek çok az alanlar kalmıştı ve ya o alanlarda da savaşlar sürüyordu ya da işçilerin yarısından çoğu savaşta olduğundan ürün yetiştirilemiyordu. Halkın çoğu eksik besleniyor ya da açlık çekiyordu.
Kendi aralarında sürekli ve yoğun şekilde savaştıkları için İspanyol kaşifler ve istilacılar geldiğinde ve yanlarında yabancı bir hastalık (çiçek) getirdiklerinde, vücutları savaşamayacak şekilde güçsüz düştü. Halkın tamamına yakını yok oldu.
Daha sonra İspanyol rahipler yaradılış efsanelerinin ve daha birçok şeyi anlatan hikayelerin olduğu kitapları yaktı.
Ardından onların hikayelerini ve mitlerini kaydetmek isteyen diğer rahipler geldi, ama bu kayıtlar İspanya kiliselerinin dili olan Latince ile yapıldı. Bu yüzden bugüne kadar birçoğu unutuldu.
Ancak hepsi kaybolmadı. Eski tanrılardan biri geri geldi. Güneş’e kendini kurban ettikten sonra insan formunda geri döndü ve İspanyolların İsası gibi tekrar kendi hayatını verdi. Artık insanların hayatlarını Güneş’e kurban etmeleri gerekmeyecekti. İnsanların kurban edilmesi uygulaması son buldu. 
Bazı şeylerin kötü bir şekilde sonuçlanması engellenemez. Fakat Aşk ve Haz Tanrıçası Huitaca, Çikolata Tanrıçası’nın oynadığı rolden çok memnun kaldı. Ve ona büyük bir lütufta bulundu. Onu başından ayaklarına kadar yumuşak bir rüzgarda kanat çırpan narin beyaz çiçeklerle donattı.
Ve bu yüzden, güzellikle kaplanmış olan Çikolata Tanrıçası Ixcacao, sadece mısır alanlarını kollayan ve halkının beslendiğini seyreden bereket tanrıçası olarak değil aynı zamanda aşk ve haz kraliçesi olarak halkına geri döndü.
Dinlenmeden daha fazla çalışmak yok. Aile ve arkadaşlara, müzik ve dansa vakit ayırmadan daha fazla çalışmak yok. Ve hepsinden önemlisi . . .
Aşk olmadan çalışmak yok. 
Ixcacao’nun bilgeliği; modern hayatın üretim temelli telaşesi ile kar ve açgözlülük uğruna yapılan çılgın alışverişlerinin, adeta aşkla yapılmış bir karşı sürümüdür.